31 Ekim 2018 Çarşamba

ÇOCUKLARDA YÜKSEK ATEŞ DURUMUNDA AİLELERİN NE YAPMASI GEREKİR...


Sonbahar ve kış sezonunda çocuklarda görülen gribal enfeksiyon ve beraberinde gelen ateş aileleri tedirgin ediyor. Pekiyi ateşi olan çocuğa ailelerin nasıl müdahale etmesi gerekir? Konu ile ilgili Medigold Sultan Hastanesinden Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Hakan Karaman bilgi verdi.


“Sonbahar ve kış sezonunda çocuklar hastalıklara daha açık hale gelirler. Grip çocuklarda ateş ve öksürükle seyreder. Ailelerin en çok acil servislere başvuru nedenidir. Grip olan çocukla ilgili ne yapmak ve ne yapmamak gerekir konusunda ailelerin bilmesi gerekenler şunlar.
Öncelikle hastalığı tanımak gerekir. Ateş, burun akıntısı, öksürük, titreme, halsizlik, iştahsızlık gibi belirtilerin takip edilmesi ve bir çocuk hekimine başvurulması gerekir.
Ateş durumunda hemen ateş düşürücü kullanmayın.
Çocuğun ateşi koltuk altından 37.2 derecenin üstündeyse. Ya da kulaktan ölçtüğünüzde 37.8 derecenin üstündeyse, ya da eski usulle popodan ölçtüğünüzde 38 derecenin üstündeyse biz bunu ateş olarak kabul ederiz. Ama ateş var diye hemen ateş düşürücü vermemeniz gerekir. Çocukların ateşini düşürmek için öncelikle ortam ısısına göre çocuğun üzerini rahatlatmak gerekir. Bu yüzden yapacağınız ilk şey çocuğu soymak olmalıdır. Üzerini soyduktan sonra eğer hala ateş durumu devam ederse ıslak bezlerle koltukaltına ve kasıklarına tampon uygulayabilirsiniz.
Ateşi düşürmek için duşta uzun süre tutmak zatürreye neden olabilir.
Ateşi düşürmenin bir diğer yolu da çocuğa ılık duş aldırmaktır. Ancak bunu genelde 39 derecelik ateşlerde öneriyoruz. Burada da dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var. Uzun süre ve sürekli duş aldırmak çocukta grip enfeksiyonundan sonra bronşit ya da zatürre gibi akciğer enfeksiyonlarının gelişmesine neden olabilir. Bu yüzden kısa süreli ılık duş aldırmaya dikkat etmek gerekiyor. En son alternatif olarak da doktorunuz tavsiye ettiği ateş düşürücüyü kullanmanız önerilir.”

30 Ekim 2018 Salı

VARİS TEDAVİLERİNDE NÜKS ORANI EN DÜŞÜK VE KONFORLU YÖNTEMLER…

Oldukça sık görülen ve tedavi edilmezse ciddi sonuçlar doğuran varis sorunlarında son yıllarda tedavi yöntemleri arttı. Uzmanlar ise varis tedavilerinde nüks oranı en düşük ve konforlu tedavilerin üzerinde durmak gerektiğine vurgu yapıyor. Konu ile ilgili bilgi aldığımız Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Yusuf Kalko güncel varis tedavileri ile ilgili bilinmesi gerekenleri anlattı.
Variste nüks oranlarına değinen Prof. Kalko,” Varis çok sık görülen bir damar hastalığı ve henüz kesin bir tedavisi bulunabilmiş değil. Bundan dolayı pek çok yöntem geliştiriliyor. Ancak bu yöntemler arasında varisi tamamen sonlandıracak bir yöntem söz konusu değil çünkü varis hastalığı nüks edebilen bir hastalık. Bundan dolayı varis tedavilerini seçerken ya da varis hakkında araştırma yaparken nüks oranı en düşük ve konforlu tedavilerin üzerinde durmak gerekir. Biz tedavilerde açık ameliyatları çok özel durumlar haricinde tercih etmiyoruz. Hem uygulaması zor hem de nüks oranı yüksek ve hastanın sosyal yaşantısına dönme süresi uzun. İnsanlar artık ameliyatlardan ya da uygulamalardan hemen sonra ayağa kalkmak ve sosyal yaşantısına geri dönmek istiyor.” dedi.

Tutkalla Yapıştırma yönteminde elastik bandaj ve varis çorabına gerek kalmıyor.

ABD’de geliştirilen ve bir süredir Türkiye’de uygulanan FDA onaylı Tutkalla Yapıştırma yöntemine değinen Yusuf Kalko,” Tutkalla Yapıştırma yönteminde pille çalışan bir alet yardımıyla damarın içine ilaç veriliyor. Damarın içine bir kateter yardımıyla gönderilen küçük bir tel aracılığıyla ilacı verip yapıştırma işlemini gerçekleştiriyoruz. Bu yöntemle emboli riski yani pıhtı kaçma riski de ortadan kalkıyor. Özellikle diz altına dökülen damarlarda ve iç varislerde son derece başarılı bir yöntem. Diğer teknikler diz altı damarlarında yetersiz kalıyor çünkü bu bölgede sinir hasarı ve sinir hassasiyeti görülüyor. Yöntem ayrıca lokal anestezi ile yapıldığı için uygulama sonrası hasta hemen sosyal yaşantısına dönebiliyor. İşlem sonrası hastalar elastik bandaj ya da varis çorabı kullanmak zorunda kalmıyor. İşlem 10-15 dakikada tamamlanıyor. Hamilelikte varis oluşumu artıyor. Doğumda hemen sonra emzirme döneminde kadınlar bu teknikten faydalanabilir, bebeğe hiçbir zararı yoktur. Yaşlılar da aynı şekilde bu teknikten rahatlıkla faydalanabilir.” ifadelerini kullandı.

Köpükle Püskürtme yöntemi diz altına dökülen damarlar ve iç varislerde avantaj sağlıyor.

Köpükle Püskürtme Yönteminin avantajlarına ve dezavantajlarına da değinen Prof. Kalko, ”Köpükle püskürtme yöntemi pille çalışan bir alet yardımı ile damarın içine ilaç verilmesi ile gerçekleşiyor. Damarın içine bir kateter yardımı ile gönderilen küçük bir tel 360 derece dönerek damarın duvarlarında hasar yaratıyor ardından o damarın içine köpüğü veriyoruz ve damar tekrar açılma olasılığı olmaksızın çöküyor. Bu yöntemle emboli riski yani pıhtı kaçma riski de ortadan kalkıyor. Özellikle diz altına dökülen damarlarda ve iç varislerde son derece başarılı bir yöntem. Diğer teknikler diz altı damarlarında yetersiz kalıyor. Çünkü bu bölgede sinir hasarı ve sinir hassasiyeti görülüyor. Her ne kadar tümesan anestezi yapılsa da bunun önüne çok geçilemiyordu. Ancak Köpükle Püskürtme Yöntemi bu bölgede diğer tekniklerle yaşadığımız sıkıntıyı çözdü. Yöntem ayrıca lokal anestezi ile yapıldığı için uygulama sonrası hasta hemen sosyal yaşantısına dönebiliyor. Tümesan anestezi de yapılmadığı için uygulama sonrası ödem ya da şişlik gibi durumlar da oluşmuyor. Çalışanların en büyük sıkıntısıdır zaman sorunu bu yüzden öğle tatillerinde hatta çay molalarında dahi yöntemi kullanabilirler. İşlem 10-15 dakikada tamamlanıyor. İlaç alerjisi olanlar dışında yöntemi herkes kullanabilir. Hamilelikte varis oluşumu artıyor. Doğumda hemen sonra emzirme döneminde kadınlar bu teknikten faydalanabilir, bebeğe hiçbir zararı yoktur. Yaşlılar da aynı şekilde bu teknikten rahatlıkla faydalanabilirler. Ancak damarı çok geniş olup her iki bacağa da uygulama gerektiren durumlarda biz uygulamadan kaçınıyoruz. Çünkü yüksek dozda ilaç vermek istemiyoruz. Bundan dolayı tek bacak için yöntemin daha uygun olduğunu düşünüyorum.” şeklinde konuştu. 

Hangi yöntem daha avantajlı?

Uygulanan varis tedavi yöntemlerinin ayrıntılarına, avantajları ve dezavantajlarına dikkat çeken Prof. Dr. Yusuf Kalko,” Lazer ve radyofrekans yöntemleri çıktıklarında çok ses getirmişlerdi. Çok yüksek enerjili sistemler oldukları için kontrolü ve güvenliği daha az bu sistemlerin. Varis tedavilerinde Tümesan anestezi dediğimiz yöntemle uygulamanın neden olabileceği yanıkları önlemek için bir çeşit soğuk serum uyguluyoruz. Bu uygulama özellikle lazer ve radyofrekansta çok gerekli aksi halde çok ciddi yanıklara neden olabilir. Aynı yöntemi lazer kadar derine olmasa da buhar tedavisinde de uyguluyoruz fakat Buhar Tedavisi diğer yöntemlere nazaran yan etkisi çok daha az bir yöntem. Köpükle Püskürtme Yönteminde ise Tümesan anesteziye gerek kalmıyor. Özellikle bizim yüzeyel damar dediğimiz ayağın iç bileğinden kasığa kadar giden uygulamalarda biz bu tür uygulamaları çok rahat yapabiliyoruz ama ayağın dış tarafından diz çukuruna dökülen varislerde ve iç varislerde gerek lazer gerek buhar tedavisi, gerek radyofrekans maalesef sinir hasarları yapabiliyor. O bölgede sinir damara çok yakın geçiyor ve damar biraz daha yüzeysel olduğu için hasarlar, uyuşmalar ya da hastalarda sıkıntılar olabiliyor. Bu durumda Köpükle Püskürtme Yöntemi çok avantaj sağlıyor.” şekline konuştu.

Varis Nedir?

Varis bir damar hastalığı olup, kanı akciğer ve kalbe taşıyan toplardamarların ilerletici bir şekilde genişlemesidir. Genç yaşlarda görülmeye başlayan varis sorunları 20 - 35 yaş arası yaş grubunda yüzde 30, 55 - 65 arası yaş grubunda ise yüzde 50 oranlarında görülür. Kadınların yanı sıra erkeklerin de yaşadığı bir sorundur. Hastaların büyük bir kısmı varisi önemsemezler ancak ilerleyen yıllarla birlikte kendini gösteren şiddetli ağrılar sonucu hekime başvurular. Varis ve Venöz yetersizlik hastalığının tedavisinin gecikmesi durumunda ise hastalığın yan etkileri görülebilir. Bunlar ayak ve bacaklarda şiddetli ağrılar, akıntılı ve kokulu geçmeyen açık yaralar olabildiği gibi nadir durumlarda da akciğere pıhtı kaçması sonucu ani ölümlere neden olabilir. Varis ve Venöz Yetersizliğin teşhisi damar sistemi muayenesi sonrasında yapılan Doppler ultrason ve gerektiğinde venografi adı verilen radyolojik tetkikler ile konur.

LEKE VE KIRIŞIKLIKLARIN ÇÖZÜMÜNDE “PLAZMA TEKNOLOJİSİ”…

Yaş alma ile ciltte meydana gelen sarkmalar, kırışıklıklar, leke ve izler özellikle kadınların korkulu rüyası. Ancak geliştirilen plazma teknolojisi ile bütün bunlardan aynı anda kurtulmak mümkün hale gelebiliyor.


Konu ile ilgili bilgi veren Dermatoloji Uzmanı Dr. Deniz Kaya,” Cilt ve göz kapağı sarkmaları, sivilce izleri, yara izleri, cilt lekeleri, siğil ve benler cilt güzelliğine gölge düşürebiliyor. Tüm bunların yok edilmesinde pek çok yöntem geliştirildi. Onlardan bir tanesi de plazma tekniği. Hem kırışıklıkların giderilmesinde hem cilt sıkılaştırmada hem de lekelerin giderilmesinde aynı anda çözüm sunan bir yöntem. Yöntem ayrıca ben ve siğillerin yok edilmesinin yanı sıra dövme sildirmede de etkili bir teknoloji. Yöntem cildin en üst tabakasına noktasal olarak uygulanarak uygulama alanını katı halden gaz haline geçirerek etki ediyor.” dedi.

Vücudun her alanına uygulanabilir.

Yöntemin vücudun her alanına uygulanabileceğine değinen Kaya,” Plazma teknolojisi lokal anestezi altında uygulanan bir yöntemdir. İşlem sonrası birkaç gün kabuklanma, kızarıklık ve hafif ödem görülebilir. Noktasal atışlı bir işlem olduğu için çevre dokular, kıl kökleri, sinirler ve kaslar etkilenmez. Duruma göre 1 ile 4 seans uygulanabilir. Benler tipine göre tedavi edildiği için mutlaka bir dermatoloğa muayene olarak ben aldırma işlemi yapılması gerekir.” şeklinde konuştu.

24 Ekim 2018 Çarşamba

İSTEDİĞİNİZ KİLOYA ULAŞTINIZ, PEKİ YA İSTEDİĞİNİZ VÜCUT ŞEKLİNE KAVUŞABİLDİNİZ Mİ?


Fit görünmek ve harika vücut hatlarına sahip olmak herkesin hayali. Peki buna kavuşmak sadece kilo vermekle bitiriyor mu? Çoğu zaman aşırı kilo vermeye bağlı olarak gelişen sarkmalar kişileri son derece rahatsız ediyor. Ancak bunun da çözümü var. Tüm detaylar Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Yavuz Başterzi ile yaptığımız röportajda…



Bariatrik ve Post-Bariatrik Cerrahi Nedir?

Bariatrik cerrahi diğer adıyla obezite cerrahisi ilaç, diyet ve egzersiz ile kilo veremeyen şişman / aşırı şişman (obez / morbid obez) kişilerin zayıflayabilmeleri için, genel cerrahlar tarafından uygulanan mide-bağırsak ameliyatlarıdır. Günümüzde giderek yaygınlaşan bu uygulamalarla kısa sürede yüksek miktarda kilo verebilmek mümkündür. İşte bu aşırı kilo vermenin sonucu olarak da birçok hastanın vücudunda gevşeme ve sarkmalar meydana gelir. Bariatrik cerrahi sonrası vücutta oluşan bu deformitelerin düzeltilmesi için plastik cerrahlar tarafından yapılan ameliyatlara da post-bariatrik cerrahi adı verilir.

Deri Neden Sarkar?

Deriye esnekliğini veren içerisindeki elastik liflerdir. Deriyi esneyebilen likralı bir kumaşa benzetirsek kumaştaki likra ile derideki elastik liflerin görevi aynıdır. Eğer kumaşı gereğinden fazla gerer ve uzun süre bekletirsek kumaşın eski boyutlarına dönmediğini, gevşek ve deforme bir şekil aldığını görürüz. Benzer durum derimiz için de geçerlidir. Aşırı kilolar nedeniyle elastik liflerin gerilmesi ve kopması kilo verme sonrasında derinin sarkmasının ve çatlakların temel sebebidir.

Post-Bariatrik Cerrahide Ne ve Ne Zaman Yapılmalıdır?

Yapılan egzersizlere ve hastanın deri kalitesine bağlı olarak vücudun her yerinde ve her hastada aynı miktarda deformasyon görülmeyebilir. Bu yüzden post-bariatrik cerrahi standart bir uygulama değildir, her hastanın ihtiyacı farklı olabilir. Genel olarak karın, memeler, üst kol ve üst bacak bölgesi sarkmaların en fazla görüldüğü bölgelerdir. Hastanın ihtiyacına göre bu bölgelere yönelik estetik amaçlı ameliyatlar tek tek veya birlikte yapılabilir. Yapılacak ameliyatın zamanlaması da son derece önemlidir. Öncelikle bariatrik cerrahiden sonra en az 18 ay geçmiş olması ve hastanın son 6 ayda sabit kiloda olması gerekir. Yani kilo verme süreciniz tamamlanmış, oluşacak sarkma ve deformasyonlar son şeklini almış olmalıdır.


Ameliyata karar verirken nelere dikkat etmek gerekir?

Post- bariatrik cerrahi uygulamaları her ne kadar estetik ameliyatlar kapsamında sayılsalar da kanımca bir onarım (rekonstrüksiyon) cerrahisi olarak kabul etmek gerekir. Dolayısıyla ameliyat sonrasında kalacak izler konusunda bilgi sahibi olmak ve kabullenmek son derece önemlidir. Üzerinde durulması gereken bir diğer konu da bu ameliyatların basit bir karın germe, meme dikleştirme vs. ameliyatından daha komplike olabileceğinin hem hasta hem de bu uygulamalara yeni başlayan cerrahlar tarafından bilinmesi gerektiğidir. Bu hasta grubu bir süredir yetersiz beslenen dolayısıyla eser element ve vitamin eksikliğinin sıklıkla eşlik ettiği, kansızlığın sık görüldüğü, hormonal ve bağışıklık sisteminde dalgalanmalar yaşayan hastalardan oluşur. Dolayısı ile kanama ve yara iyileşmesi probleminden enfeksiyonlara kadar olası birçok sorun önceden düşünülmeli ve önlem alınmalıdır. Bu yüzden bu ameliyatların tam donanımlı hastanelerde ve yeterli bilgi ve tecrübeye sahip plastik cerrahlar tarafından yapılması gerekir.

Meme ameliyatları: Kilo verme sonrası içi boşalan ve sarkan memelerin toparlanması için yeterli doku varsa, klasik meme dikleştirme ameliyatı yeterlidir. Ancak yeterli doku yok ise memeyi dolgunlaştırmak için küçük bir silikon implant ile kombinasyon gerekebilir.

Kol germe: Kol bölgesindeki sarkmalar fazla yağın liposuction yöntemiyle, fazla derinin de cerrahi olarak çıkartılmasıyla düzeltilebilir. Ameliyata bağlı izler kolun iç tarafında planlanarak gizlenebilir.

Bacak germe: Uyluk bölgesinin iç tarafında kalacak bir kesi ile fazla derinin çıkartılarak germe işleminin yapıldığı uygulamalardır. Bacak bölgesindeki yağlanma kilo verme ile tam olarak giderilememiş ise liposuction işlemi ile kombine edilir.

Karın germe: Karın bölgesindeki sarkan fazla derinin ve kalan yağ dokusunun ameliyatla çıkartıldığı uygulamalardır. İhtiyaç varsa karın kaslarının birbirine dikilmesi ile karın ön duvarının desteklenmesi veya fıtıkların düzeltilmesi uygulamaları da eş zamanlı olarak yapılabilir. Sonuçta gergin bir karın elde edilmiş olur.

Post bariatrik ameliyatlar kombine şekilde uygulanabilen ameliyatlar olup hastanın ihtiyacına göre planlama yapılabilir. İyileşme süreci hastaya ve yapılacak ameliyat kombinasyonuna göre değişmektedir. Bununla birlikte hastalar genellikle 1-3 hafta içerisinde sosyal ve iş hayatlarına geri dönebilmektedirler.

http://www.yavuzbasterzi.com.tr/

ERKEN TANI İLE AKCİĞER KANSERİ TEDAVİ EDİLEBİLİR…


Türkiye’de ve dünyadan en çok görülen kanserlerden olan akciğer kanseri çok korkulan kanserler arasında yer alıyor. Uzmanlar ise erken evrede tanısı konulan akciğer kanserinin tedavi edilebilir bir hastalık olduğuna vurgu yapıyor.


Başta sigara olmak üzere, genetik faktörler, yanlış beslenme şekli ve bazı riskli meslek grupları ile yaş faktörünün akciğer kanserinin görülmesinde önemli etkisi olduğuna dikkat çeken uzmanlar, her fırsatta erken tanının önemine vurgu yapıyorlar. Tüm kanserlerde olduğu gibi akciğer kanserinin de geç belirti verdiğine ya da hiç belirti vermediğine değinen uzmanlar özellikle ailede hikayesi olanların 40 yaşından sonra checkuplarını mutlaka düzenli olarak yaptırması gerektiğini vurgularken, tekrarlayan ve karakteri değişen öksürük ile kanlı veya iltihaplı balgamın da dikkate alınması gerektiğine dikkat çekiyorlar. Erken evrede akciğer kanserinin tedavi edilebilir bir hastalık olduğuna ve akciğer kanserinin artışındaki nedenlerine değinen Göğüs Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Özkan Demirhan,” Akciğer kanserinin artışındaki en önemli faktör sigara tüketiminin artması, sigaraya başlama yaşının düşmesidir. Sigara akciğer kanseri gelişiminden yüzde 85-90 oranında sorumludur. Dolayısı ile sigara içenler içmeyenlere oranla 30 kat daha fazla risk altındalar. Sigara kullanma süresi, başlama yaşı, içilen sigara tipi, günlük sayısı da bunları etkilemektedir. Sigara bırakıldıktan sonra 15-20 yıl içinde akciğer kanseri gelişme riski sigara içmeyen kişilere yakın düzeye inmektedir. Pasif sigara içiciliği de akciğer kanseri riskini iki kat artırmaktadır. Bu nedenle akciğer kanserini önlemede yapılması gereken en öncelikli şey tütün ve tütün ürünleri ile mücadeledir. Diğer taraftan aile hikayesi de büyük önem taşıyor. Bundan dolayı ailesinde akciğer kanseri hikayesi olanların 40 yaşından sonra checkuplarını yaptırması gerekiyor. Çünkü erken evrede tanısı konulan akciğer kanserinin cerrahi ile tedavisi mümkün olabiliyor. Bundan dolayı belirtilere karşı uyanık davranmak gerekiyor. Özellikle tekrarlayan öksürük ve kanlı balgam gibi durumları ihmal etmemek gerekiyor.” dedi.

İleri evre akciğer kanserleri de tamamen umutsuz değil.

Tüm bu uyarılara rağmen akciğer kanserinin sinsi şekilde ilerleyen bir hastalık olduğunun altını çizen Demirhan,” Akciğer kanseri sinsi ilerlediğinden ve genellikle ileri evrede belirti verdiğinden tanı aşamasında gecikmeler yaşanabiliyor. Bu da kanserin tedavi aşamasını sekteye uğratıyor. Ancak geliştirilen multidisipliner tedavi yaklaşımları uygun ileri evre akciğer kanseri hastalarına da umut olabiliyor. İleri evre akciğer kanseri 3’üncü ve 4’üncü evre değimiz evrelerdir. Evre 3 hastalık lokal ileri dediğimiz, kanserin olduğu yerden biraz daha komşu dokulara girmiş ve lenf nodlarını tutmuş halidir. Evre 4 ise uzak organ metastazı yapmış kemik, karşı akciğer, böbrek üstü bezleri, beyin ve karaciğere metastaz yapmış halidir. Bu belirtilen bölgeler akciğer kanserinin en sık yayılım yaptığı yerlerdir. Hastaya böyle bir tanı konduğunda izlenecek tedavi yolu şöyledir. Eğer 3’üncü ve 4’üncü evre tespit edilmişse burada hücre tipi çok önemlidir. Hücre tipinde adenokarsinom dediğimiz hücre tipi çıkmışsa bunlarda bazı genetik testler yapılarak hedefe yönelik tedaviler yapılabilir. Adenokarsinomda genetik testler sonrası yapılan tedaviler nokta atışlı tedavilerdir. Kemoterapi alınabiliyor ve yerine göre örneğin beyinde metastaz varsa radyoterapi uygulanabiliyor veya göğüs kafesi içinde radyoterapi uygulanarak akciğer kanseri evresi gerileyebiliyor. Yine lenf bezinden dolayı evre 3’e girmiş bir kanserde tedaviden sonra özellikle bir lenf bezi tutulumu varsa orada onun yeniden evrelenerek evvelden tümörün olduğu yerin kemoterapi ya da radyoterapiden sonra yok olduğunu görebiliyoruz. O zaman ameliyat şansımız doğuyor. Ama bir istasyon olduğu zaman cerrahi şansımız yüksek. Eğer bir istasyondan fazla tutulum varsa başarı şansı düşüktür cerrahi seçilmiş  hastalarda gündeme gelebilir. Tüm bu tetkikler dikkatle ve titizlikle incelendikten sonra hastanın durumu uygunsa multidisipliner bir yaklaşımla tedavi planlanır.” şeklinde konuştu

Hastalık yok hasta var.

Hastalığın ve tedavinin seyrinde moral ve motivasyonun büyük önem taşıdığına dikkat çeken Dr. Demirhan,” İleri evre akciğer kanseri vakalarında gerileme olduğunu gözlemliyoruz ancak hastalık yok hasta var mantığını unutmamak gerekir. Tümör de insanlar gibidir. Aynı kanser türü farklı insanlarda farklı seyir gösterebilir. Kimisi çok saldırgan ve agresif seyrederken kimisi de çok yavaş ve stabil seyreder. O yüzden tedaviden hiçbir zaman vazgeçmemek lazım, şansım yok diye düşünüp moral bozmamak lazım. İnsanların direnmesi gerekir bu hastalığa.” İfadelerini kullandı.

HABER: ŞÜKRİYE ÖZGÜL

17 Ekim 2018 Çarşamba

YAVUZ DİZDAR’DAN ÇOK KONUŞULACAK İKİ YENİ KİTAP PROJESİ GELİYOR…


www.gidahatti.com sitesinde yer alan habere göre ünlü Onkolog Yavuz Dizdar’dan çok konuşulacak iki yeni kitap projesi geliyor. İşte Gıda Hattı’nda yer alan haberin ayrıntıları.
“Radyasyon Onkolojisi alanında Türkiye'nin en önemli isimlerinden Dr. Yavuz Dizdar, 2 yeni kitap projesini sosyal medya hesabından duyurdu.
Açıklamasında “Önümüzde iki tane projemiz var. Bu projelerin bir tanesi doğrudan içinde bulunduğumuz sistemi açıklamaya yönelik, yani biz buraya nasıl geldik? Yani bir nehir söyleyişi, bir cins biyografi. Adını da “Vicdan hayat kurtarır” olarak belirledik.” dedi.
Yavuz Dizdar, açıklamasına şöyle devam etti:
“İkinci çalışma ise aslına bakarsanız şu an okuma aşamasında, editöre gitti. Orada olay biraz daha işin bilim kısmına çıkıyor. Ama rahat okunsun diye, biraz kurgu bilimsel yayın olacak. Yani sindirim sisteminden yola çıkarak bir bilim eleştirisi ve farklı görüşler atılabilir mi ortaya, onu tartışacağız. İzleyiniz, inanınız bu yoldan yürüyerek, aslında çağı döndürmeye çalışıyoruz. Tıkanmış olan çağ sizin sayenizde dönecek. Birbirinizi sevin, tartışın ama kavga etmeyin.”
Yavuz Dizdar kimdir?
Yavuz Dizdar 1964 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Erkek Lisesi’ndeki orta eğitimini 1982’de; İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini 1988’de tamamladı.
Tıp eğitiminin ardından, o yıllarda Siirt’e bağlı olan Batman’da yaklaşık bir yıl mecburi hizmet yaptı.
1989-1992 yıllarında İstanbul Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı’nda ilaç bilimi üzerine, 1992-1996 yıllarında Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı’nda kanser üzerine uzmanlık eğitimini tamamladı.
Bu eğitimlerinin yanı sıra İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü’nde kanser biyolojisi ve immünolojisi doktorası unvanını aldı. Halen aynı enstitüde radyasyon onkolojisi uzmanı olarak çalışmaktadır.
Tıbbi çalışmalarına paralel olarak 1994’ten bu yana Dünya Gazetesi’nde sağlık ekonomisi ve politikası konusunda yazılar yazmaktadır.
İstanbul Üniversitesi’ne ve üniversiter eğitime yönelik yazılarının yer aldığı Fakülte Dergisi, 2008 yılından beri yayın hayatında.
Derginin bütün sayılarına www.fakultedergisi.com adresinden erişilebilir.
Bireysel çalışmalarının amacı, bilimde yeni düşüncenin desteklenmesidir.
Faaliyetlerinin bütünü “hakkaniyetli, bağımsız ve sürdürülebilir bir yaşam” başlığı altında özetlenebilir."

15 Ekim 2018 Pazartesi

NARIN İYİ GELMEDİĞİ BİR ŞEY YOK…


Radyasyon Onkolojisi Uzmanı Dr. Yavuz Dizdar www.yavuzdizdar.com web sayfasında kaleme aldığı makalede narın faydalarına değindi. Ünlü onkolog,” Narın iyi gelmediği bir şey yok. Kalp, dolaşım, bağışıklık, beyin, bilinen bütün sistemleri olumlu etkiliyor.” dedi.


Dizdar şöyle devam etti. “Nar bilimine göre, bu meyve besinin ötesine geçiyor, tıbbi bitkiler sınıfına giriyor. Biz bitkileri, sebze ya da meyveleri genellikle beslenmek amacıyla yiyoruz. Eğer bitki düzenli kullanımda hastalık tedavi edici ya da önleyici etkiye sahipse o zaman tıbbi sıfatını kazanıyor. Narın ise iyi gelmediği bir şey yok. Kalp, dolaşım, bağışıklık, beyin, bilinen bütün sistemleri olumlu etkiliyor. Yani genel bir “kronik hastalık” önleyici; romatizmadan Alzheimer’e kadar aklınıza ne gelirse olumlu etki bildiren yüzlerce çalışma var. Sağlıklı yaşamı uzattığı görüşü çok eski çağlardan beri kabullenilmiş, bereketle, doğurganlıkla ilişkilendirilmiş. İçerikteki maddelere bakınca çok da yersiz bir yakıştırma değil.
Narın sperm üretimine etkileri.
Narın içindekilerin bir kısmı renkli iç tanelerde, bir kısmı bunların çekirdeklerinde, ama bir kısmı da bizim yemediğimiz aradaki beyaz süngerimsi dolgu kısmında. Her bir kimyasal bileşenin adını saymak anlamsız, ama etkileri çok iyi araştırılmış. Birkaç örnek vermek gerekirse, çekirdekler özellikle kalp için koruyucu olan yağ asitlerinden zengin. Tanelere renklerini veren bileşikler kalın bağırsaklarda başka bileşiklere dönüştürülüp ayrı faydalar sağlıyor. Vitamin, mineral, her neyse var. Tıbbi bitki denmesinin haklı nedeni de bu. Bazı bileşikler bağırsak kurtlarının üremesini engelliyor, antibiyotik etki gösterip vücudun mikroorganizmalarını sağlıklı dengede tutuyor, ağız ve diş sağlığı açısından çok faydalı.
Ama erkeklerde sperm sayısını ve kalitesini artırması ise diğerlerinden farklı özelliği. Bu konuda çok araştırma yapılmış. Erkeklerde sperm sayısında gerileme olduğu, sayının ötesinde hareketlilik, yaşama yeteneği gibi kalite unsurlarının azaldığı neredeyse bir on yıldır bilinmekte. Bunun doğal sonucu üreme yeteneğinin azalması, işte nar düzenli tüketilirse bu olumsuz durumun üstesinden gelebiliyor. Sayı ve hareketlilik artıyor. Tarihte bereketlilikle ilişkilendirilmesi bu nedenle anlamsız değil, kadınlarda da benzer etkiye sahip olduğunu varsayabiliriz. Dahası içerikteki bazı bileşikler ise idrar yollarında taş oluşmasını engeller anlamında adlandırılmış.

Nar ve kemoterapi ilişkisi.
Nar ekşisi de çok faydalı, çünkü bileşikleri konsantre halde içeriyor. Ama piyasadaki bütün nar ekşilerinin saf olduğunu söylemek iyimserlik olur hem hazırlanması zahmetli, hem de kaynak yoğunlaştığı için pahalı. Ama nar ekşisinin her şeye rağmen çok faydalı olduğu açık. Nar suyu ise hazırlanırken kabuk ve süngerimsi dokuda yer alan bileşiklerin de bir kısmını alıyor. Lakin narın tanelerinde yer alan çekirdeklerden ancak bunları çiğneyerek faydalanabiliyor. Beri yandan bir de kanser hastaları kemoterapi sırasında nar yememeleri uyarıları var, ama biraz mesnetsiz görünüyor. Tamam nar çok güçlü bir antioksidan, ilacın etkisini kullanım sırasında azaltabilir. Ama bu sadece o güne mahsustur, ilaçların çoğu vücuttan saatler içinde uzaklaştırılır. Dolayısıyla kanser hastaları kemoterapi günü yemeseler bile, sonraki günlerde nar tüketilmelidir. Aksi taktirde vücutlarındaki eksiği bu kadar kolay yerine koyabilecekleri başka kaynak neredeyse yok.”


GEÇMEYEN GRİBAL ENFEKSİYON VE SIK TEKRARLAYAN ÖKSÜRÜK AKCİĞER KANSERİ HABERCİSİ OLABİLİR…

Özellikle sonbahar ve kış mevsiminde kendini gösteren gribal enfeksiyon eğer bir türlü geçmiyor ve onu sık tekrarlayan öksürük takip ediyorsa dikkat! Uzmanlar bu gibi durumların geçiştirilmemesi gerektiğini ve mutlaka akciğer kanseri açısından da tetkik edilmesi gerektiğini vurguluyor.


Geçmeyen gribal enfeksiyonları ve akciğer enfeksiyonlarını mutlaka dikkate almak gerektiğini vurgulayan Göğüs Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Özkan Demirhan,” Gribal enfeksiyon vücudun dirençsiz kaldığı zamanlarda genelde kendini gösterir. Akciğer enfeksiyonu da aynı şekilde ciddi bir mikrobik ajanla karşılaştıktan sonra vücuttan kolay kolay geçmeyebilir. Özellikle geçmeyen gribal enfeksiyon ve pnömoni dediğimiz durumların altında bir malinite yatabilir. Bundan dolayı mutlaka hekim kontrolünden geçmek gerekir. Öte yandan bu gibi durumlarda asla kafamıza göre ilaçlar almamalıyız. Şikayetlerimiz uzadığı zaman bizi alarma geçiren bir durum olduğunu düşünelim. Özellikle bazı hastalarda birkaç haftadır veya aydır geçmeyen gribal enfeksiyon sonrası yaptığımız tetkiklerde akciğerde kitle tespit edilip kimisini ameliyat etmişizdir kimisini de ameliyat edemeyip onkolojik tedaviye yönlendirmişizdir. O yüzden geçmeyen gribal enfeksiyonlar, öksürük, balgam çıkarma, genel durum bozukluğu, iştahsızlık, kırgınlık gibi belirtilerin altında akciğerde araştırılması gereken bir kitle olabileceğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.” dedi.

Tekrarlayan ve karakter değiştiren öksürük en belirgin özelliklerden.

Tekrarlayan ve karakter değiştiren öksürüğün akciğer kanserinin en belirgi özelliklerinden biri olduğuna dikkat çeken Demirhan,” Her ne kadar bizleri rahatsız etse de öksürük vücudumuzun bir savunma mekanizmasıdır. Solumun sistemimize bir partikül girdiği zaman refleks olarak onu öksürükle atmaya çalışırız. Solunum yollarımızda yabancı bir cisim, enflamasyon veya tümör oluşumu olduğu zaman vücudumuz bu duruma öksürük refleksi ile yanıt verir. Sigara içenler özellikle öksürük konusunda dikkatli olmalı. Sigara içenler genelde ‘ben sigara içiyorum ona bağlı öksürüyorum’ zanneder ama aslında bunun altında malignite dediğimiz bir kanser patolojisi de olabilir veya bir tüberkoloz ya da bronşektazi olabilir. O yüzden öksürüğü önemsemeliyiz. Öksürüğümüz olduğu zaman mutlaka hekim kontrolüne gitmeliyiz. Öksürük kesici ilaçlar veya antibiyotikleri kafamıza göre almamalıyız. Tekrarlayan öksürük durumunda öncelikle yapılacak olan akciğer filmi veya tomografi çektirmektir. Öksürükle beraber balgamda kan çıkarma veya ifrazat dediğimiz çok yoğun iltihap çıkarmalar haricinde akciğer patolojisi yoksa öksürüğün diğer sebebi üst solunum yolu enfeksiyonları ve reflü dediğimiz durumlar da olabilir. Bunlar da ciddi öksürüğe yol açmaktadır.” şeklinde konuştu.

Balgamın özellikleri bizi uyarabilir.

Akciğer kanserinin belirtilerinden birinin de balgam çıkarma olduğuna değinen Doç. Dr. Özkan Demirhan,” Balgamın özellikleri bizi uyarabilir. Özellikle sigara içen hastalarımızda balgam karakterinin değişmesi, kokusuz renksiz balgamın enfekte ve kokulu hale gelmesi bizim için alarm verici durumlardan biridir. Bunun haricinde özelikle balgamda kan görülmesi mutlaka araştırılması gereken önemli noktalardan birisidir. Balgamdan direkt teşhise de gidilebilir. Özellikle kan gelmesi bizi malignite yönünden veya tüberkolozun günümüzde tekrardan gündeme gelmesinden dolayı bu tür hastalıkları atlamamak adına üstüne gitmemiz gereken durumlardır. Dolayısı ile ciddi balgam şikayeti olan hastalarda akciğer filmi, tomografi hatta bronkoskopik inceleme kadar gidiliyor. Balgamda direkt enfeksiyon araştırmak, kültürler veya kanser araştırmak için sitolojik inceleme de yapılabiliyor. İleri tetkikler balgamın özeliğine göre arttırabiliyor ve gerektiğinde daha ileri inceleme yöntemlerinden PET CT çekimine kadar gidebiliyor. Erken evre akciğer kanseri tespitinde ameliyat edilen hastalar olduğu gibi geç dönemde tespit edilen akciğer kanserinde onkolojik tedavi devreye giriyor.” ifadelerini kullandı.

HABER: ŞÜKRİYE ÖZGÜL

13 Ekim 2018 Cumartesi

REFLÜ HASTALIĞINDA AMELİYAT HANGİ DURUMLARDA GÜNDEME GELİR?

Reflü dünyada en sık görülen rahatsızlıklar arasında yer alıyor. Çocukluk çağından itibaren kendini gösteren reflü yaşam şeklinin düzenlenmesi ile normale dönebiliyor. Hayat kalitesi düzelmeyen hastalarda ise cerrahi gündeme geliyor.

Reflü hastalığının nasıl oluştuğuna değinen Genel Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Fatih Kar,” Reflü mide içinde asidin yemek borusuna geri kaçmasıdır. Geri kaçan asit yemek borusunda ve çevresinde birtakım tahribatlara neden olur ve buna bağlı şikayetler ortaya çıkar. Reflüde pek çok şikayeti bir arada da görebiliriz bu şikayetlerden sadece birini ya da birkaç tanesini de görebiliriz. Başlıca şikayetler göğüs ağrısı, göğüs yanması, ağza acı su gelmesi, göğüste sıkışma ve baskı hissi, ses kısıklığı, gıcık tarzında kronik öksürük, sırtın ortasına doğru vuran ağrı şeklinde görülebilir. Reflü gecenin bir vakti çok hızlı bir şekilde gelen göğüs ağrısı ile de belirti verdiği ve dönem dönem kalpte ritm bozukluğuna da neden olabildiği için kalp krizi ile karıştırılabilir. Bu yüzden acil servislere göğüs ağrısı ile başvuran kalp dışı en önemli sebepler arasında gösteriliyor. Bu açıdan göğüs ağrısı ile gelen bu hastaların reflü açısından da mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor.” dedi.
Yanlış beslenme reflüyü tetikliyor.
Yanlış beslenmenin reflü üzerindeki olumsuz etkisine değinen Kar,” Reflü stresli işlerde çalışanlar, yoğun kahve çay tüketimi olanlar, sigara kullananlar, egzersiz yapmayanlar ve geç saatlerde yemek yeme alışkanlığı olanları daha çok tehdit ediyor. Midede reflüyü tetikleyebilecek gıdalar arasında çiğ salata, soğan, sarımsak, acı pul biber, turşu, portakal, greyfurt var. Bunların özellikle geç saatlerde tüketilmelerini reflü hastalarına kesinlikle önermiyoruz. Öte yandan reflü hastalarında gece uyku şekli de çok önemli. Kişi uyuduğu zaman aldığı yatay pozisyon yemek borusu ile mide arasındaki açının düzleşmesine neden olur. Uyku esnasında ayrıca mide asidinin salgılanması daha fazla görülmektedir. Bu yüzden reflü problemleri genelde gece daha da şiddetlenmektedir. Bunun için hastanın kendine uygun bir yatış pozisyonu belirlemesi gerekmektedir. Reflü yastığı kullanarak ya da yatağın baş kısmını kaldırarak hastanın belden yukarısını hafif dikey pozisyona getirmesi onun geceyi rahat geçirmesini sağlayacaktır. Bu önlemleri alarak ve kendisine verilecek diyet programı dahilinde hareket edip sporu da alışkanlık haline getirerek reflüyü atlatmak mümkün. Reflü diyet ve bunun dışında saydığım önlemlerle geçmiyorsa ve ciddi problemler devam ediyorsa medikal tedavi önerilir. Medikal tedavi şikayetleri hafifletiyor çünkü mide içindeki asiti su kıvamına döndürüyor. Geri kaçma devam etse bile sıvının içeriği yakıcı olmadığından kliniklerde belirgin bir düzelme sağlıyor.” şeklinde konuştu.
En az bir kere endoskopi yaptırmak şart.
Zaman zaman mide tümörleri ya da kanserlerinin de reflüye benzer belirtiler verdiğine dikkat çeken Fatih Kar, "Reflü hastalarında atlanmaması gereken en önemli tetkik endoskopidir. Çünkü mide çıkışında tümör, ülser, mide kanseri gibi hastalıklar da reflüye benzer belirtiler verebiliyor. Endoskopi ile mide içerisinde ciddi bir problem olmadığından emin olmak gerekiyor. Şikayetlerin ciddi bir probleme bağlı olmadığını tespit ettikten sonra bir daha endoskopi yapmaya gerek kalmamaktadır. Yemek borusun iç kısmında hücresel değişiklikler saptanmış bazı hastalarda endoskopiler öneriyoruz ama rutinde çok fazla gerek kalmıyor.” ifadelerini kullandı.
Hayat kalitesi düzelmeyen hastalar cerrahiye yönlendiriliyor.
Reflüde cerrahi tedavilere de değinen Op. Dr. Fatih Kar, "Medikal tedavi önerilen hastalarda erken yaş çok önemli bir faktör. Şöyle ki, 25 yaşındaki bir hasta devamlı bir mide ilacı kullanmak zorunda kalabilir. Hastaların ortalama ömrünü 80 olarak düşünürsek 50-60 sene ilaca mahkum bırakmak doğru bir davranış değil. Bu gibi durumlarda ameliyat gündeme gelebiliyor. Çünkü uzun dönem ilaç kullanımı mide emilimini bozabildiği gibi kalsiyum, demir eksikliklerine de neden olabiliyor. Buna bağlı kemik problemleri ve kansızlık gibi sorunlar baş gösterebiliyor. Eğer kısa süreli ilaç kullanımları, yaşam şekli, beslenme ve egzersizle problemler giderilebiliyorsa başka bir tedaviye gerek görülmez. Ancak tüm bunlara rağmen şikayetler geçmez, göğüs sıkışması, ses kısıklığı gibi şikayetlerle beraber reflü krizleri de artarsa o zaman cerrahiyi gündeme getirmek gerekir. Ameliyatta yemek borusu ile midenin birleşim yerine mürekkep okkası gibi kapakçık mekanizması oluşturuyoruz. Bu kapalı yani laparoskopik olarak yapılan bir ameliyattır. Ortalama 45 dakika sürmektedir. Hastalar hastane ortamında 1 gün gözetim altında tutuluyor ve aynı gün ilaç kullanmayı kesiyorlar. Bu hastaların bu ameliyatlardan sonra hayat kaliteleri ciddi anlamda düzeliyor ve bir daha ilaç kullanmalarına gerek kalmıyor. Nüksler birçok faktöre bağlı olmakla birlikte yapılan cerrahinin kalitesi ile oldukça ilgilidir. İyi bir ameliyattan sonra nüks oranı yüzde 2-3’lere kadar düşebiliyor. Ameliyattan sonra da orada yeni bir kapakçık mekanizması oluşturulduğu için hastaların diyet uyumu gerekiyor. Birkaç hafta sıvı – yumuşak gıdalarla beslenme, birkaç ay içinde de porsiyonları azaltarak normal gıdaya geçilebiliyor.” şeklinde bilgi verdi.
Haber: Şükriye Özgül