28 Ocak 2019 Pazartesi

DİYABET TANISI KONULAN HER 5 KİŞİDEN BİRİNDE DİYABETİK YARA GELİŞMEKTEDİR…


Konu ile ilgili tüm bilinmesi gerekenleri Şişli Kolan Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Ümit Ergenoğlu açıkladı.


Diyabetik Ayak Nedir? Diyabetik Ayak Neden Önemlidir?

Diyabetik Ayak ve Ülser Yarası
Diyabetik ayak (halk arasında bilinen adıyla, şeker ayağı), ayakta ülser (iyileşmeyen yara) ve genellikle ciddi enfeksiyon ile birlikte seyreden bir durumdur. Sık olarak karşımıza, orta – ileri yaş diyabetik hastalarda (şeker hastaları) çıkmaktadır. Yapılan istatistikler, diyabetik ayağın şeker hastalarının %25’inde gözlendiğini ortaya koymuştur. Genellikle tanı konulduğunda, yara veya ülser safhasında olur. Yaraların iyileşmesi ve tedavisi daha önceden de bahsettiğim gibi oldukça güç bir durumdur.
Diyabetik ayak gerçekleri:
 - yeryüzünde, yaklaşık her 30 saniyede bir diyabete bağlı olarak kangren nedeniyle bacak kaybı gözlenmektedir.
- Diyabet, her 5 yetişkinin birisinde karşımıza çıkmaktadır.
- Diyabet tanısı konulan her 5 kişiden bir tanesinde diyabetik yara gelişmektedir.
- Diyabet tanısı konulanlarda diz altı amputasyon (diz altından bacak kesilmesi) oranı 15 kat daha fazladır.
- Diyabetik hastalarda, ilerlemiş kemik iltihabı (oteomyelit) gözlenme oranı, diyabetik olmayanlara oranla 15 kat daha fazladır.
- Diyabetik hastaların %20’si ayaklarında diyabete bağlı bir sorun nedeniyle hastaneye başvurmaktadırlar.
- Diyabetik hastalarda karşımıza çıkan bacak kangreni durumu %85 oranında önlenebilmektedir.
- Yüzeysel cilt enfeksiyonları diyabetik hastalarda, normale göre 10 kat daha fazla sıklıkla gözlenmektedir.
- son 20 yıldır diyabetin sonuçları ve bunlar ile mücadele konusunda etkili adımlar atılmıştır.
Diyabetik ayak hastalığı bulunan kişilerde, ayak sinir uçlarının yaralanması ve kılcal ve orta çaplı atardamarların tıkanması oldukça fazla oranda gözlenmektedir. Bu nedenle, diyabetik ayak hastalığı bulunanlarda atardamar tıkanması ve sinir harabiyetinin olup olmadığının araştırılması oldukça önemli bir ayrıntıdır.
Diyabetik ayak, diyabetik hastaların, hastaneye yatışın önemli bir nedenidir. Diyabetin, ayak damarları ile birlikte sinirlerini de etkilemesinden dolayı, oluşan yara hızla büyümektedir. Başka bir deyişle aslında diyabetik ayak, diyabet (şeker) hastalığının en son dönemini (ileri evre diyabet hastalığı) ifade eden ve bu nedenle de oldukça ciddiye alınması gereken bir durumdur.
Yaranın iyileşmesinin güçlüğü diyabetin farklı yollardan iyileşmeyi olumsuz etkilemesine bağlıdır. Diyabetik hastalarda, çoğu zaman basit bir yara, hızla daha büyük ve enfekte yaraya dönüşür. Bu nedenle, diyabetik ayak gelişmeden, basit önlemler ile gelişmesini engellemek tedavinin temelini oluşturan çok değerli bir yaklaşımdır.

Diyabetik Ayak Neden Oluşur?
Diyabetik ayak oluşumunun temelinde aslında sinir ucu hasarı (periferik nöropati) bulunmaktadır. Diyabet, özellikle kontrol edilmediğinde, sinir ve sinir uçlarının hasarı ile seyreden bir hastalıktır. Duyu sinirlerinde ortaya çıkan hasara bağlı olarak, diyabetikler ayaklarında oluşan yaralanmalara bağlı acıyı hissedemezler. Buna ek olarak, diyabetin özellikle kılcal ve orta çaplı damar seviyesinde dolaşımı olumsuz etkilemesi ortaya çıkmış olan yaranın iyileşmesini güçleştiren bir diğer önemli faktördür.
Yakın zamanda, diyabet tanısı konulan hastalarda diyabetik ayak gözlenmez. Diyabetik ayak gözlenen hastaların hemen tamamı, tanısı geç konulan ve diyabeti kontrol edilemeyen (şeker seviyeleri çok yüksek) hastalardır.
Diyabetik ayak, genellikle diz altı kılcal ve orta çaplı atardamarların tıkanmasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Diyabetik Ayak Belirtileri Nelerdir?
Diyabetik ayak gelişen bir hastada ağrı sıklıkla karşımıza çıkar. Bununla birlikte, özellikle geceleri ortaya çıkan ayakta iğne batma hissi tipiktir. Ağrının ortaya çıktığı diyabetik ayağın erken dönemlerinden sonra, diyabetik yara veya ülser geliştiğinde ağrının ortadan kalkması gözlenebilir. Bu durum, iyileşmeden çok diyabetik ayak durumunun kötüleştiğinin bir belirtisi olarak algılanmalıdır. Diyabetik ayağın son safhasında, bacakta lokal enfeksiyona bağlı şişme, kızarıklık, kanama gözlenebilmektedir.
Farkına varılmayan veya tedavi edilmeyen diyabetik ayak hastalığında kangren sık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konu ile ilgili lütfen bu yazımı (kangren nedir?) da okuyunuz.

Diyabetik Ayak Tanısı Nasıl Konulur? Diyabetik Ayak İçin Hangi Tetkik Yapılmalıdır?
Diyabetik ayak tanısı sık olarak yaranın açıldığı zaman konulur. Özellikle, diyabeti olanlarda ayak veya ayak parmaklarında ortaya çıkan yara, akla diyabetik ayak (şeker ayağı) durumunu getirmelidir.
Diyabeti olanların, damarsal sorunlar açısından yakın takip edilmeleri önemlidir. Bu nedenle, düzenli olarak damar cerrahisi uzmanına kontrole gelmeleri, fizik muayenelerinin yapılması, kontroller sırasında;
- arteryel doppler ultrasonografi,
- anjiografik inceleme,
- BT anjiografi,
- MR anjiografi
- konvansiyonel anjiografi (el bileğinden kalp anjiografisi) yapılması uygun olur.

Diyabetik Ayak Tedavisinde Neler Yapabilirim?
Diyabetik ayak tanısının erken konulması, önleyici ve tedavi edici düzenlemelerin yapılabilmesi açısından oldukça önemlidir. Ancak, diyabetik ayak tanısı konulduğu zaman, kendi başınıza yapabileceklerinizi belirtmek istiyorum. Bunlar;
- rahat, dar olmayan ayakkabı giyilmesi,
- günlük olarak ayakların olası yaralar açısından kontrol edilmesi,
- potansiyel veya mevcut olan durumların daha ciddi bir hal almadan önlenmesi,
- yalın ayak veya korumasız ayak ile herhangi bir aktivitenin yapılmaması,
- nasır, tırnak batması gibi durumların tedavisi için tıbbi yardım veya destek alınması,
- kan şekeri takibinizin düzenli yapılması,
- ayakların nemli ve bakımlı tutulması, bulunmaktadır.

Diyabetik Ayak Tedavisinde Günümüzde Hangi Tedaviler Yapılmaktadır?
Son yıllarda, diyabetin daha iyi anlaşılması ve teşhisinin erken konulması, diyabet ile ilgili farkındalığın yaratılması nedeniyle diyabetik ayak ile eskisine oranla daha az karşılaşmaktayız. Ancak, günümüzde özellikle minimal invaziv yöntemlerin gelişimi ile damar cerrahları, diyabetik ayak tedavisini daha etkili yapabilmektedirler. Günümüzde, anjiografik yöntemlerin gelişmesi ve kateterlerin incelmesi sayesinde damar cerrahları diyabet nedeniyle ileri derecede daralmış veya tam olarak tıkanmış bacak diz altı atardamarlarını kateter (plastik borucuk) yardımıyla açabilmektedirler. Damar cerrahlarının, son yıllarda minimal invaziv yöntemler konusunda başarılı girişimleri sayesinde diyabetik ayak tedavisinde ciddi ilerlemeler olmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak, aterektomi yazımı (atardamar tıraşlaması – aterektomi cihazları) okumanızı kesinlikle öneririm.

Diyabetik Ayak Kremi İşe Yarar Mı?
Diyabetik ayak tedavisinde, diyabetik ayak kremi tedavisi hastalığın çok farklı nedenlere bağlı olmasından dolayı işe yaramaz. Hastaların çoğu, diyabetik ayak kremi tedavisi ile zaman kaybeder. Bunun sonucunda da tedavi şanslarını kaybederler.
Diyabetik ayak farklı neden ve mikroorganizmalar tarafından ortaya çıkan bir hastalıktır. Diyabetik ayak tedavisi için, diyabetik ayak kremi ile zaman kaybetmek doğru ve bilimsel bir yaklaşım değildir.

Diyabetik Ayak Ülser Yarası Ağrılı Mıdır?
Diyabetik ayak ülser yarası, büyük ve bazen de kılcal damar seviyesinde atardamarların tıkanmasına bağlı olarak karşımıza çıkar. Diyabetik ayak ülserinin oluşmaya başladığı erken dönemde, henüz sinir uçları tam olarak hastalıktan etkilenmemiş durumda iken, oldukça ağrılı bir
durumdur. Aslında bu durum, hastaların lehine olan bir durumdur. Ancak, hastalığın ilerlediği ve kronikleştiği durumlarda bölgesel sinir uçlarının harabiyeti ile eskisi gibi ağrı duyulmamaktadır. Bu hastalarda, çoğu zaman ilgili ekstremitenin uç kısımlarını kaybetme riski bulunmaktadır.

Diyabetik Ayak Enfeksiyonu Neden Önemli?
Diyabetik ayak enfeksiyonu, farklı mikroorganizmaların (çoğunluğu bakteri) birlikte bulunduğu ve tedavinin buna bağlı olarak çok güç olduğu bir hastalıktır.
Özellikle kanlanmanın küçük damarlar seviyesinde bile bozulduğu diyabetik ayak hastalığında, tedavi edici ilaç ve antibiyotiklerin kan yolu ile diyabetik ayak enfeksiyonunun geliştiği bölgeye ulaşması hemen, hemen imkansızdır.

Diyabetik Ayak Ne Zaman Kesilir?
Diyabetik ayak gelişen hastaların büyük çoğunluğu modern tedavi yöntemleri ile oldukça geç dönemde tanışmaktadırlar. Tedavi seçeneklerinin günden güne gelişmesi ve bunların kolay ulaşılabilir olmasına rağmen bu durum aslında oldukça üzücüdür.
Diyabetik ayak kesilmesi, ölü dokuların temizlenmesi, antibiyotik tedavileri uygulamalarına rağmen tedaviden yanıt alınamayan hastalarda uygulanmaktadır.

Diyabetik Ayak ile Hangi Bölümler İlgileniyor?
Diyabetik ayak bakım ve tedavisi ile farklı bölümler ilgilenmektedir. Bunların arasında; Dahiliye veya Endokrinoloji bölümü, Dermatoloji (Cildiye), Kalp ve Damar Cerrahisi, Plastik Cerrahi ve Ortopedi ve Fizik Tedavi – Rehabilitasyon bölümleri bulunmaktadır. Bu bölümler, farklı disiplinler olsalar da, diyabetik ayak tedavisinde ortak olarak hareket etmektedirler.
www.mehmetergenoglu.com

ASBEST EN TEHLİKELİ KANSERLERDEN “MEZOTELYOMA”YA NEDEN OLUYOR…


Asbestin neden olduğu akciğer zarı kanserinin son yirmi yılda artacağını belirten uzmanlar risk grubundaki meslek gruplarının da bilinçli olması gerektiğine dikkat çekti.

Dünyada ve ülkemizde görülen ve önümüzdeki son yirmi yılda artış beklenen Mezotelyoma, akciğer zarı kanseri olarak tabir edilir. Çok nadiren iyi huylu Mezotelyoma olsa da kötü huylu akciğer zarı kanseri olarak bilinen Malign Plevral Mezotelyoma (MPM) Asbest maruziyeti ile ortaya çıkan bir hastalıktır. En belirgin şikayeti nefes darlığı ve göğüs ağrısı olan Mezotelyoma omuz ağrısı, öksürük, kilo kaybı, ateş ve ses kısıklığı gibi belirtiler de veriyor. Konu ile ilgili bilinmesi gerekenleri Göğüs Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Özkan Demirhan açıkladı.
Demirhan,” Mezotelyoma çevresel faktörlerle direkt ilgili bir rahatsızlıktır. MPM etiyolojisinde bilinen iki önemli neden asbest veya erionit lifleriyle temastır. Bu liflerin solunmasıyla hastalık gelişir. MPM tanısı almış olguların yüzde 70-90’ında asbest teması olduğu bildirilmektedir. Liflerin uzunluğu arttıkça ve eni azaldıkça kanserojen etkisi artar, yani ince ve uzun liflerin kansere dönüşme ihtimalleri daha güçlüdür. Erionit lifleri Fibröz bir yapı özelliğine sahip olup asbest liflerine göre çok daha güçlü karsinojendir. Bazı araştırmalarda mezotelyoma dokuları içinde Simian 40 virüsü (SV 40) gösterilmiştir. Ancak ülkemizde bu virüs gösterilememiştir. Lifsi yapıda olan asbestin, ısı ve strese yüksek dayanıklılık gücü nedeniyle uzun yıllar çok sayıda iş kolunda ana madde olarak kullanılmıştır. Tersane, tekstil, fren balatası, izolasyon maddeleri, çatı kaplama maddeleri, yanmaz maddeler ve gaz maskesi imalatında çalışan işçilerde asbest maruziyeti söz konusudur. Bu iş kolunda çalışanlarda asbest teması ile ilgili sağlık sorunlarında asbest lifleri temel rolü oynar. Asbest çalışanların kıyafetlerinin ellenmesi yoluyla aile üyeleri belirgin olarak asbeste maruz kalabilirler (Meslek dışı). Bunun dışında kırsal alanda, ak toprağın içinde bulunan kimyasallar da asbest etkisi yaratır. Uzun yıllar ülkemizin kırsal alanda yaşayanlar bu ak toprağı, ısı ve su yalıtımı amacıyla evlerin çatısında, duvarlarında ve hayvan barınaklarında yaygın olarak kullanmışlar. MPM işe ilk girmeyle başlayan mesleksel temastan genellikle 20-40 yıl sonra ortaya çıkar. MPM’nin genel olarak 50-70 yaş aralığında saptanır. Asbest veya erionite bağlı çevresel temas kırsal alanda doğumla başlar. Asbeste bağlı MPM hastalığın saptandığı yaş ülkemizde 50-55 yaş civarındadır. Erionit ile temaslı MPM olgularında ortalama yaş 40-50 yıl yaş aralığı arasındadır.” dedi.
Göğüs ağrısı ve nefes darlığı en belirgin özelliği.
Mezotelyoma belirtilerine değinen Doç. Dr. Demirhan,” Batıcı göğüs- omuz ağrısı, nefes darlığı en belirgin özelliği olup nadir olarak öksürük, kilo kaybı, halsizlik, yorgunluk, iştahsızlık, ateş, balgamdan kan gelmesi gibi belirtilerin yanı sıra tümörün büyümesine ve sinirler üzerine baskı yapması nedeni ile ses kısıklığı, kalp zarında sıvı birikmesine bağlı çarpıntı kalp yetmezliği gibi şikayetlere de neden olabilir. Hastalıklı tarafta göğüs duvarının hareketsizleşmesi fiziki muayene de görülebilen bulguların başında gelir. Tümör yüzde 95 gibi büyük bir oranda tek taraflı yayılım gösterir sıklıkla sağ göğüs kafesi daha sık etkilenmektedir. Çok sık görülmese de bazen cilt altı kitleleri, boyunda şişme, yutma güçlüğü görülebilmektedir. Mezotelyoma yayılımını sıklıkla bölgesel dediğimiz lokal olarak yayılır. Ancak nadir de olsa kan ve lenf yoluyla da uzak metastaz yapabilmektedir. Tümör göğüs duvarına ve diyafragma altı karın bölgesine, akciğerlere ve mediastene yayılmaktadır. Bu durumda da akciğerleri saran bir tümöral kitle oluşumu gözlenir.” şeklinde konuştu.
Teşhis tanı yöntemleri nelerdir?
Tanı ve tedavi yöntemlerine değinen Göğüs Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Özkan Demirhan sözlerine şöyle devam etti. “Öncelikle asbest maruziyeti sorgulanmalıdır bunun içinde hastanın doğum yeri ve mesleği araştırılmalıdır.  Sonra hastanın şikayetlerinden mezotelyoman şüphesi akıldan çıkmamalı. Mezotelyoma da tanıyı genellikle klinik değerlendirme sonrası radyoloji ile koymaktayız. Yapılacak en basit tetkik basit akciğer grafisi ve tomografidir. Tomografide akciğerin etrafında ve akciğer üzerinde akciğeri kısmi veya tama yakın saran plevral kitleler ve plevral sıvı görülür. Bu tespit sonrası  hızlıca tanıya gidilmelidir. Bu da biyopsi ile olmaktadır. Biyopsi materyali için genelde torakoskopik (nadir durumlarda mini torakotomi ile ) biyopsiyi tercih etmekteyiz. Çünkü diğer ince iğne biyopsisi, kapalı plevra biyopsisi yapıldığında tanı da şüphede kalınmakta ve gereksiz zaman kaybına yol açmaktadır. Biyopsi incelemesinde gerekli immünhistokimyasal çalışmalar sonunda  mezotelyomanın hücre tipi  kesinleştirilerek tedavi planına geçmemiz gerekmektedir. Bazen biyopsi öncesinde biyopsi yeri tayini için PET CT erken dönemde de yapılabilir. Ancak evreleme ve sistemik tarama amacı ile genelde biyopsi sonrası PET CT yapılmaktadır.”  
Tedavi şekli nasıldır?
Kombine tedavilerin önemine değinen Demirhan,” MPM tedavisinde cerrahi, kemoterapi, radyoterapi, kombine tedavi seçenekleri vardır. Tanı ve hücre tipi kesinleştikten sonra erken evre mezotelyomada cerrahi tedavi yapılmalır. Mezotelyoma da cerrahi tedavi iki şekilde yapılmaktadır. Birincisi  Plörektomi / Dekortikasyon  dediğimiz işlem ile sadece plevradaki (akciğer zarlarınındaki ) tümör mümkün olduğunca geniş bir şekilde çıkarılır  diyafragma ve kalp zarı tutulumu varsa bunlarda yerlerine uygun materyal (protezler ) konulark çıkarılır. İkinci ve ameliyat riskleri oldukça yüksek olan akciğerin, parietal plevra, kalp zarı ve diafragma ile beraber çıkarılması işlemidir.  Uygun hastalarda cerrahi ilk seçenek olarak tercih edilmelidir sonrasında onkolojik tedavi yapılmalıdır. Uygun olmayan hastalarda kemoterapi veya radyoterapi sonrası cerrahi tedavi yapılabilir. Bu tedavilerin yanında immünoterapi, fotodinamik tedavi, gen tedavileri, hedefe yönelik tedaviler, hipertermik Perfüzyon Kemoterapisi (HIPEC) gibi tedaviler de yapılmaktadır.” dedi.

KİŞİYE ÖZEL İMMUNOTERAPİ SİROZ’A UMUT OLUYOR…



Kişiye özel immunoterapi kanser, vitiligo, iltihaplı romatizmal hastalıklar gibi rahatsızlıklardan sonra sirozda da yüz güldürücü sonuçlar veriyor.


Kişiye özel immunoterapi kanserden vitiligoya, sedef hastalığından iltihaplı romatizmal hastalılara kadar pek çok rahatsızlıkla mücadelede olumlu sonuçlar veriyor. Aynı yöntem kişiye özel uygulanarak sirozda da başarılı sonuçlar verdi. Konu ile ilgili İç Hastalıkları ve İmmunoterapi Uzmanı Dr. Ülkü Görmez önemli bilgiler verdi.
Hastalığı tetikleyen altta yatan nedenin tespit edilmesinin ve buna göre kişiye özel bir tedavi programı çıkarılmasının hastalığın seyrinde kilit noktayı oluşturduğuna vurgu yapan Dr. Ülkü Görmez,” İmmunoeterapi tamamen kişiye özel olarak planlanıyor.  Kişiyi bizzat inceliyoruz. Altta yatan, otoimmüniteyi tetikleyen bağışıklıktaki sorunları inceliyoruz. Daha sonrasında tanılar koyuyoruz. Bunlar kişiye özel tanılar oluyor. Bundan sonra da onarma tedavisine geçiyoruz. Otoimmünite bağışıklığın kendi kendine saldırısı ile oluşan bir hastalık. Yalnız çok enteresan iki ucu var. Bağışıklıkta otoimmünite hastasının hem bağışıklığının zayıf olduğu noktalar var hem saldırdığı noktalar var. Her iki tarafı da tamir etmeniz gerekiyor. O yüzden de mutlaka doğru tanıların konulması çok önemli. Doğru tanıları koyduktan sonra hasta da uyumluysa işimiz çok kolaylaşıyor.  Bu hastaların bağışıklık sisteminde özellikle; T lenfositlerde, akyuvarlarda ne gibi defektler ve sorunlar var, özellikle bağırsak florasında ne gibi hastalıklar oluştuğunun mutlaka ve mutlaka tespit edilmesi gerekiyor. Bu hastalarda meydana gelen biyokimyasal değişiklikleri, endokrinolojik ve metabolik değişiklikleri, vitamin eksikliklerini ortaya koymak gerekiyor. Buna göre de kişiye özel bir beslenme ve ilaç programı oluşturması gerekiyor.” dedi.
İmmünoterapi vücudu eğiterek kişiye hastalıkla savaşmayı öğretiyor.
İmmunoterapi’nin vücudu eğiten bir tedavi şekli olduğuna değinen Görmez,”Kişiye özel immunoterapi ile yaptığımız vücudu eğitmek, onarmak ve doğruyu göstermektir. Kişiye özel immunoterapi ile kişinin bağışıklık sistemindeki sorunu ne? Bu net olarak ortaya konuluyor. Buna göre de bağışıklık sistemi tekrar yapılandırılıyor. İsrail, Amerika ve Dünyanın çeşitli merkezlerinde uygulanan aynı protokol uygulanıyor bizde de. Tedavinin başarısında belli başlı kriterler çok önemli rol oynuyor. Özellikle CEA (karsinoembriyonik antijen) düzeyinin yüksekliği hastanın sağ kalımını çok etkiliyor. Hastanın tedaviye başlarken CEA düzeyi ne kadar düşükse sağ kalım ve hastanın hastalıktan kurtulma şansı o kadar yüksektir. Tedavi süresi ise kişiye göre değişkendir. 6 ay ile 3 yıl arasında bağışıklık sisteminin sorununa bağlı olarak değişebiliyor.” şeklinde konuştu.

22 Ocak 2019 Salı

HİPERTANSİYON TEDAVİSİNDE İMMUNOTERAPİ’NİN YERİ…


Yıllarca hiç belirti vermeden ilerleyebilen hipertansiyon böbrek, beyin, kalp ve damar sistemine ciddi zararlar verebiliyor. Uzmanlar erken tanının önemine dikkat çekerken kişiye özel İmmunoterapi’nin de hipertansiyon tedavisinde etkili bir yöntem olduğuna vurgu yapıyor.


Hipertansiyonun birçok organa zarar veren bir hastalık olduğuna ve mutlaka takip gerektiğine değinen İç Hastalıkları ve İmmunoterapi Uzmanı Dr. Ülkü Görmez,” Damarın içindeki kanın damar duvarına yaptığı yüksek basınca hipertansiyon denir. Uzun dönemde kanın damar duvarlarındaki etkisi damarın iç yüzeyinde hasara yol açar. Yüksek tansiyon nedeniyle organları besleyen damarlarda tıkanma, genişleme veya yırtılma veya sertleşme meydana gelebilir. Hipertansiyon organlara giden kan akışını bozarak organ yetmezliklerine neden olabilir. Yüksek kan basıncı adıyla da bilinen hipertansiyon, uzun süre belirti vermeden böbrek, beyin, kalp ve damar sistemine verebileceği hasar nedeniyle sinsi düşman olarak da anılmaktadır. Kan dolaşımı için gereken basıncın normalden fazla olması anlamına gelen ‘yüksek tansiyon’, mutlaka uzman doktor kontrolünde takip edilmelidir. Büyük ve küçük tansiyonun normalden fazla olması durumuna hipertansiyon denilmektedir.” dedi.

Belirtilere dikkat!

Belli aralıklarla kan basıncını ölçtürmenin önemine dikkat çeken Görmez,” Sinsi düşman terimi hipertansiyon için sıklıkla kullanılan bir terim. Nedeni ise hipertansiyonun yıllarca hiç belirti vermeden böbrek, beyin, kalp ve damar sistemine hasar verebilme olasılığıdır. Bu nedenle belli aralıklarla kan basıncınızı ölçtürmemiz gerekir. En belirgin hipertansiyon belirtileri arasında aşırı yüksek kan basıncına bağlı olarak baş ağrısı, ense ağrısı, ensede tutulma, boyun ağrısı, baş dönmesi, nefes darlığı, çarpıntı, göğüs ağrısı, görmede bozukluk oluşabilir. Ayrıca hipertansiyon belirtileri arasında;halsizlik, yorgunluk, burun kanaması, kulaklarda çınlama, yürüme ve merdiven çıkmada zorlanma, bazen çok sık idrara çıkma, gece uykudan uyanıp idrar yapma, bacaklarda şişlik olabilir.
Dolayısı ile Hipertansiyon belirtilerinden biri ya da birkaçı hissedildiğinde mutlaka bir doktora başvurulmalıdır. Her yüz kişinden birinde bulunan çok yüksek kan basıncı (malign hipertansiyon) adı verilen durumda ise zonklayıcı baş ağrısı, bulantı, kusma, görme bozukluğu, baş dönmesi bazen de böbrek yetersizliği görülebilir. Bu acil bir durumdur ve organ hasarından korunmak için mutlaka hastaneye başvurulmalıdır. Kan basıncının çok yükseldiği durumlarda da çift görme, dilde peltekleşme, yüzde veya vücutta karıncalanma da hipertansiyon belirtisi olarak kendini hissettirir.” şeklinde konuştu.

Aşırı tuz tüketimi, stres, aile hikayesi, D Vitamini eksikliği başlıca nedenler arasında.

Hipertansiyon nedenlerine değinen Dr. Ülkü Görmez,” Hipertansiyon nedenleri arasında günlük yüksek tuz alımı, stres, obezite, ailede hipertansiyon öyküsünün bulunması gibi genetik faktörler, şeker hastalığı, insülin direnci, D vitamin eksikliği, Gluten ve laktoz gıda intoleransı (özellikle  Gluten intoleransı) Magnezyum ve potasyum gibi mineral eksiklikleri, hareketsiz yaşam tarzı, kalsiyum, potasyum, magnezyum gibi elementler içeren besinlerin günlük olarak yetersiz tüketilmesini sıralayabiliriz. Ayrıca tiroit hastalıkları, böbrek üstü bezi tümörleri, böbreğe giden damarlarda daralma, aort darlıkları, genetik bozukluklar da hipertansiyonu tetikleyici faktörlerle ortaya çıkabilmektedir. Doğum kontrol hapları, bazı ağrı kesici türleri de kan basıncını yükseltip, hipertansiyona neden olmaktadır. Hastaların büyük bir kısmında nedeni belirlenemese de bu hastalar yüksek kan basıncı mutlaka kontrol altına alınmalı ve hipertansiyon altta yatan nedenleri iyi araştırılmalı ve kan basıncı ideal düzeye düşürülmelidir. Hipertansiyon teşhisi hipertansiyon hastalığını tedavi etmek için en önemli aşamalardan biridir. Uzman kontrolünde yapılan hipertansiyon tanısı hastalığın derecesini ve tedavi süreçlerini de belirler. Kan basıncının 140/90 mm hg üzerinde olması hipertansiyon hastası olabileceğinizi gösterir. Hipertansiyon tanısı koyarken detaylı bir fizik muayene, elektrokardiyogram, ekokardiyografi, 24 saatlik kan basıncı izlemi ve laboratuvar testleri yapılır. Kan basıncı birçok faktörden etkilenir. Sağlıklı bir hipertansiyon tanısı için tansiyon ölçümü öncesi bir saat içerisinde bir şey yememek, istirahat halinde olmak, sigara ve kahve içmemek gerekir.” ifadelerini kullandı.

Mutlaka tedavi edilmesi gerekir.
Hipertansiyon tedavisine değinen İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Ülkü Görmez,” Hipertansiyon tedavisinde amaç kan basıncını 140/90 mm hg altına düşürmektir.  Eğer hastada şeker hastalığı, böbrek yetersizliği ve organ hasarı var ise kan basıncının daha düşük olması hedeflenir. Hipertansiyon tedavisinin temelinde yaşam tarzı değişiklikleri yatar. Aynı zamanda hipertansiyon tedavisinin önemli bir bölümünü ilaç tedavisi oluşturur. Hipertansiyon tedavisi sırasında yaşam tarzı değişiklikleri, düzenli egzersiz, kilo kontrolü, tuz alımının kısıtlanması çok önemlidir. Tüm tedavilere dirençli hipertansiyon durumunda ise böbrek atardamarlarına işlem yapılarak kan basıncı kontrol altına alınabilir. İnme, kalp krizi, böbrek yetmezliği gibi hipertansiyonun yarattığı ciddi durumlardan korunmak için erken tanı çok önemlidir. Erken tanı koyulan ve kontrol altına alınan hipertansiyon yaşam kalitesini etkilemez. Diğer tüm tedaviler gibi hipertansiyon tedavisi de kişiye özel olmalıdır. Hipertansiyon tedavisinde kullanılan tansiyon ilaçlarının bağımlılık yaptığı ya da zararlı olduğunu düşünmek, sürekli ve uzun dönem ilaç kullanmanın getirdiği yan etkilere dayanarak bundan kaçınmak doğru değildir. Günümüzde kullanılan ilaçlar, tansiyonu düzenlerken, kalp-damar sistemini korur ve böbreklerin bozulmasını da engeller. İlaç tedavisinde, sadece tansiyonun kontrol altına alınması değil, diğer organların da korunması amaçlanmaktadır. Tedaviye uyum çok önemli olmakla birlikte hastaya uygun ilaç seçimi de çok önemlidir. Ayrıca hastanın tam kontrolü sağlandıktan ve tansiyonu düzenlendikten sonra ilaçların bırakılabileceği de unutulmamalıdır.” dedi.

Kişiye özel İmmunoterapi ile hipertansiyon kontrol altına alınabilir.

Kişiye özel İmmunoterapi ile hipertansonun kontrol altına alınabileceğini kaydeden Ülkü görmez konuşmalarına şu şekilde devam etti.
“Kişiye özel tedavide immunoterapi çok önemli bir yer tutar. Hipertansiyonun altta yatan nedenlerini incelerken bağışıklık sistemi ve endokrin sistem birlikte incelenmelidir ve tamir edilmelidir. Esansiyel hipertansiyon tanısı ile gelen bir hastada biz immunoterapi uzmanlarının ilk baktığı patolojiler tiroid patolojilerinin olup olmadığı (çünkü Türkiye’de yaşıyoruz 3 kişiden biri tiroid hastası) insülin direnci (Türkiye’de iki kişiden birinin insülin direnci var ), D  vitamin eksikliği (Türkiye’de herkeste var ) ve gluten intoleransını varlığının olup olmadığı (Türkiye’deki sıklığı bilinmiyor ama bence çok sıktır ). Bu 3-4 faktör esansiyel hipertansiyonun sıklıkla altta yatan nedenlerini oluşturmaktadır. Kişi bu açılardan taranıp düzeltildiğinde kalıcı olarak tansiyon hastası olmaktan kurtulabilir. Damarlarında kalıcı sertleşme patolojik uzun süreli hipertansiyon gelişmişse ve çoklu ilaç kullanmak zorunda ise de daha ılımlı bir hipertansiyon formuna immunoterapi ile dönüşebilir. İmmunoterapi ile hastalar mutlaka sağlıklı bir şekilde kilo verir. Kalp ve organ damarları kalp krizi ve inmelere karşı korunur. Ayrıca İmmunoterapi altında olduğu için kalıcı pek çok faydadan da bağışıklığı açıdan yararlanmış olur.”

18 Ocak 2019 Cuma

SAĞLIKLI YAZ DETOKSU İLE KİLOLARA VEDA EDİN…


Şubat ve Mart ayı itibarı ile kadın ve erkeklerin sağlıklı kilo vermek ve yaz aylarına daha fit girebilmek için çaba sarfettiğini hepimiz biliyoruz. Hatta bunun için çeşitli tehlikeli yiyecek ve içecekleri tercih eden yüz binlerce insan var. Bilinçsiz ameliyat yöntemleri de bu tehlikeli yöntemlerden sadece biri.
Uzman diyetisyen Mahir Tekgöz’den yaza hazırlanırken bilinçli ve sağlıklı detoks ve beslenme önerileri;


Neden Detoks? Karaciğer ve Böbrekler Bu Görevi Yerine Getiremiyor Mu?
Detoks vücudun toksinlerden arınması anlamına geliyor. Peki vücudumuz  kendi kendine toksinlerden arınamıyor mu? Evet, arınıyor. Vücudumuzun çok bir güzel detoksifikasyon sistemi var. Bu süreçte en önemli rolü karaciğer ve böbrekler üstleniyor. Karaciğer ve böbrekler vücudumuzu arındırma işlevi görüyor. Fakat günlük hayatımızda maruz kaldığımız egzoz dumanı, sigara ve bazı gıdalardan aldığımız katkı maddeleri nedeniyle böbreklerimiz ve karaciğerimiz arındırma işlevini tam olarak gerçekleştiremiyor. Bu nedenle bizim de vücudumuza ihtiyaç duyduğu miktarda su, besin ve mineralleri vermemiz  gerekiyor. Peki nasıl?  vücudumuzun toksinlerden arınması ve sağlıklı çalışması  için ayın belli günlerinde 5 günlük detoks programları uygulanması gerekir .  Özel olarak hazırlanan detoks içeceklerini, mevsiminde taze sebze ve meyveleri kullanarak coldpress dediğimiz soğuk sıkım yöntemle hazırlanmasıgerekir.. Bu içeceklerin yardımıyla karaciğer ve böbreklerimizi toksinlerden arındırabiliriz

Az Az ve Sık Sık Yemek Zayıflatır Mı? Yiyeceklerin Kalori Değerleri Mi Yoksa Vücutta Ne Şekilde Kullanıldığı Mı Önemli?
Yemek yemek fizyolojik bir ihtiyaçtır ve kişi acıktığında yemelidir. Zayıflama ve sağlıklı beslenmede en basit kural vücuttan gelen açlık sinyallerine duyarlı olmak ve acıktığımızda sağlıklı gıdalarla açlığa yanıt vermeyi becerebilmektir. İşin püf noktası açlığı ertelememek gerektiğidir. Genellikle sabah ve öğle arasındaki süre kısa olduğu için  bu arada bir şey yemeye gerek yoktur. Öğle ve akşam arasındaki süre uzun olduğu içinse ikindide bir şeyler yemek, akşam yemeğini daha az yemenize neden olacaktır. Akşam yemeğinden sonra bir şeyler yememek gerekir. Sürekli yemek, vücutta insülin hormonunu  uyarır.İnsülin depolama hormonudur. Sürekli yemek, bu hormonun sürekli salgılanmasına neden olur ve vücuda giren yiyecekler daha çabuk depo edilir. Kişi daha çabuk acıkır. Bu nedenle sık sık, az az yemek daha çok yeme ihtiyacı doğurur ve daha çok şişmanlatır. Bunun yanında yiyeceklerin kalori içeriğinden çok vücuttaki etkileri önemlidir. Bu yiyecek vücutta yağların yıkımına mı neden oluyor yoksa depolanmasına mı? Asıl dikkat etmemiz gereken budur.


11 Ocak 2019 Cuma

DİYETİSYEN BAŞAK GÜNAY KIŞIN HASTALIKLARDAN KORUNMANIN 5 ALTIN KURALINI AÇIKLADI…



Kışın yakamızı bırakmayan hastalıklardan korunmak aslında sanıldığı kadar da zor değil. Diyetisyen Başak Günay kışın hasta olmamak ve bağışıklığı güçlendirmek için altın değerinde 5 kuralını paylaştı. İşte Başak Günay’ın hastalıklardan koruyan kış reçetesi.


Öğün atlamamanın hastalılardan korunmak için birinci kural olduğunu ifade eden Günay,” ikinci kural olarak; ana öğünlerde süt, et, sebze, tahıl grubuna dengeli bir şekilde yer verin, ara öğünlerde meyve tüketerek günlük hem protein hem posa alımınızı dengeleyin.” dedi.

Günlük beslenmenizde bu gıdalara yer vermeye çalışın.

Üçüncü kural olarak günlük beslenmede olmazsa olmaz gıdaları sıralayan Başak Günay; sarı-turuncu meyve ve sebzelerden domates, havuç, kabak, elma, şeftali, nar, portakal gibi besinlerin yanı sıra;
-          Yeşil lifli sebzeler (marul, roka, tere, nane gibi),
-          Kükürtlü sebzeler (brokoli, kale, karnabahar gibi),
-          Soğan, sarımsak,
-          Yoğurt ve fermente gıdalar (turşu, kefir gibi),
-          Balık ve balık yağı,
-          Zeytin ve zeytinyağı,
-          Yeşil çay, beyaz çay gibi çaylar gibi gıdaların içerdikleri değişik antioksidan bileşikler sayesinde vücudun arındığını ve hastalıklara karşı korunduğunu kaydetti. Günay,” Özellikle kanser, kardiyovasküler hastalıklar, şeker hastalıklarına karşı korur. Ayrıca menapoz semptomlarının hafifletilmesi, osteoporozun önlenmesi ve göz sağlığının korunmasında etkilidir.” şeklinde konuştu.

Yemeklerinize, salatalara bu baharatları eklemeyi unutmayın.

Yemek ve salatalarda baharat kullanımının önemine değinen beslenme ve diyet uzmanı verdiği bilgilere şöyle devam etti.
  • Biberiye ( karnosol, karnosik asit ve rosmarinik asit ),
  • Kekik ( timol ve karvakrol ),
  • Karanfil ( Eugenol ),
  • Adaçayı ( karnosol, karnosik asit ve rosmanol ),
  • Zerdeçal ( kurkumin ) içeriğindeki antioksidan bileşikler ile yukarıda bahsedilen faydalara ortak olur.
Kış aylarında su içmeyi ihmal etmeyin.

Kış aylarında su içmenin sağlık açısında önemine değinen Günay,”Su ihtiyacı yaz-kış değişmiyor hatta su içmek cildimizin neme ihtiyacı arttığı için kışın daha önemli bir hal alıyor. Çünkü su; vücudun dengesi, kalori kontrolü, elektrolit dengesi ve kaslar için enerji, cilt güzelliği, böbrek sağlığı, kan hacminin düzenlenmesi ve beyin sağlığı, bağırsak hareketlerinin düzenlenmesi gibi birçok metabolik olayda bize yardımcı oluyor.
Su ihtiyacı sağlıklı bireyler için günde en az 2 litre diyoruz, tabii cinsiyet, ağırlık, beslenme, fiziksel aktivite düzeyi, iklim koşulları gibi pek çok faktör bunu değiştiriyor. Örneğin; protein ve tuz tüketiminiz faylaysa sıvı gereksiniminiz daha fazlalaşır. Egzersiz yapılan zamanlarda da yine su ihtiyacınız artar. Peki su içimimizi biraz daha arttırmak için neler yapabilirsiniz? Uyandığınızda su içmeden yataktan çıkmayın, su içmeyi eğlenceli hale getirin (neşeli bardaklarla-şişelerle veya sevdiğiniz meyve-sebzelerle zenginleştirerek), gözünüzün önünde hep su bulundurun (masada, arabada, çantada…), su içmek için hatırlatıcı uygulamaları da kullanın. Bende en çok işe yarayan yöntem buydu!” dedi.

PROF. KALKO: “İNMEDEN KORUNMAK İÇİN ‘ŞAH DAMARI ULTRASONU’ HAYATİ ÖNEME SAHİP”…



Şah damarı kaynaklı inmeler günden güne artış gösterirken uzmanlar erken tanının hayati önemine vurgu yapıyor. Prof. Kalko şah damarı kaynaklı inmeyi önlemek için ‘Şah damarı ultrasonunun’ 50 yaşından sonra mutlaka checkup programlarına dahil edilmesi gerektiğinin altını çiziyor.


Yaşlılık hastalığı olarak bildiğimiz inme günümüzde genç yaşlarda da görülmeye başladı. Genetik faktörler, yüksek tansiyon, diyabet, düzensiz beslenme, hareketsizlik, sigara gibi sorunlar ise inmeyi tetikliyor. Konu ile ilgili bilgi veren Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Yusuf Kalko,” İnmenin yaşlılık hastalığı olarak bilindiği genel kanı eskilerde kaldı maalesef. Günümüzde genç yaşlarda da inmeye rastlayabiliyoruz. Sağlık bakanlığının son verileri de tabloyu açık olarak önümüze seriyor. Türkiye’de her yıl 150 bin kişinin çeşitli sebeplerle felç geçirdiğini gösteren verilen bunların yüzde 70’nin şah damarı kaynaklı inmelerden oluştuğunu bize söylüyor. Hal böyle olunca koruyucu hekimliğin önemi artıyor. Hem biz hekimler hem de hastalar ve yakınları inmeye karşı uyanık olmak zorundalar. Bu anlamda daha fazla bilinçlendirme ve farkındalık kampanyaları yapmak zorundayız.” dedi.

Bu hayati 5’li ezberletilmeli.
Risk altındaki kişilere inmenin belirtilerini ezberletmek gerektiğinin önemine değinen Kalko,” Ben bu belirtilere hayati 5’li diyorum. Halkın bunları ezbere bilmesi gerekir. Aynı kalp krizinin belirtilerini ezberletmeye çalıştığımız gibi inmenin de belirtilerini halka ezberletmemiz lazım. Nedir bu belirtiler? Baş dönmesi, geçici konuşma bozukluğu, geçici görme kaybı, kol ve bacakta güçsüzlük, geçici şuur kaybı. Hasta bunlardan herhangi birini ya da herhangi birkaçını yaşadığı anda aklına mutlaka şah damarı muayenesi gelmeli. Çünkü erken tanı ile bu hastalığın önüne geçilebilir. Gerek medikal tedavi gerek hastanın durumuna göre stent ya da açık cerrahi ile şah damarının tamamen tıkanması ve felç gelişmesi önlenebilir.” şeklinde konuştu.

Checkup’lara şah damarı ultrasonu mutlaka dahil edilmeli.
Checkup programlarında şah damarı ultrasonun dahil edilmediğini ve bu yüzden şah damarı darlığı vakalarını atlanabildiğini ifade eden Prof. Kalko,” 50 yaşından sonra eğer bir kişinin ailesinde; anne, baba, dayı, amca, teyze gibi yakınlarında inme hikayesi varsa kişinin şikayeti olsun ya da olmasın her sene mutlaka şah damarı ultrasonu yaptırmasında fayda var. Öte yandan yüksek tansiyon hastaları, şeker hastaları, kalp hasları, düzensiz beslenenler, sigara içenler, hareketsiz yaşayanlar, aşırı strese maruz kalanlar da mutlaka şah damarı ultrasonu yaptırmaları gerekir.” şeklinde bilgi verdi.

Bu hastalar düzenli yaşamak zorundalar.
Hastalıklardan korunmak için en önemli faktörlerden birinin de düzenli yaşam olduğuna dikkat çeken başarılı cerrah,” Bu hastalar hayatlarında bir düzen oturtmak zorundalar. Düzenli doktor kontrolü onlar için çok önemli. Tedavilerini aksatmadan almaları gerekir. Beslenmelerini mutlaka buna göre düzenlemeleri gerekir. Ağır, yağlı, unlu, şekerli, aşırı tuzlu yiyeceklerden kaçınmaları gerekir. Akdeniz usulü beslenmeyi alışkanlık haline getirmeleri gerekir. Hareketsizlik damarların en büyük düşmanı. Bu yüzden her gün düzenli yürüyüş ya da egzersizi yaşam biçimi haline getirecekler. Sigarayı mutlaka bırakacaklar. Stres kontrolünü sağlamayı öğrenmeleri gerekir. Bunun için hobi geliştirin. Kitap okuyun, resim yapın, müzik dinleyin, dans edin, sosyal sorumluluk projelerine katılın, hayvan besleyin, çocuklarla daha fazla vakit geçirin. Bunlar sizi hayata karşı daha pozitif yapacaktır.” ifadelerini kullandı.